Tuğçe'nin Hikayesi: Evini Yanında Taşımak (3.Bölüm)
- arafpodcast
- 25 Haz
- 2 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 30 Haz

Ev neresidir sizce?
Ya da ruhun hala eskisindeyse kendine yeni bir ev kurabilir misin?
Bazı insanlar göç ettiklerinde geçmişlerini, alışkanlıklarını ve bağlarını bir çırpıda geride bırakmıyorlar. Aksine, içlerinden bir şeyi alıp özenle sarıp, katlayıp ve valizlerinin içine koyuyorlar. O şey bazen çok sevdiğin bir eşya, bazen ailenin güveni, bazen yola çıktığın kişinin desteği olabilir. Bazıları için o şey ‘ev’dir belki de. Belli bir bina, belli bir semt, bir posta kodu değildir onların evleri. Mutlu olmayı başarabildikleri bir haldir ev.
ARAF Podcast’in 3. bölüm konuğu, 2022’den beri ailesiyle birlikte Polonya’da yaşayan Tuğçe’nin hikayesi, ev kavramına yüklediğimiz bu anlamları sorgulatıyor. Çünkü o, nereye giderse gitsin, evini yanında taşıyanlardan. Ve belki de bu yüzden, gittiği yere yabancı kalmıyor.
Göç üzerine konuşurken çoğu zaman odaklandığımız şeyler klasik kavramlar oluyor; bir coğrafyadan diğerine geçmek, başka bir ülkede düzen kurmak, yeni bir dil, yeni bir iş, yeni bir çevre…“Bazen bir ülkeden değil, o ülkenin ruh halinden de taşınıyorsun,” diyor Tuğçe. Onun için bu yolculuk, sadece yer değiştirmek demek değil; aslında bir seçim. Bir ülkenin havasından, gündelik dertlerinden, toplumsal beklentilerinden, yüklerinden taşınmak. Belki fiziksel koşullar değil ama duygusal iklim ağır gelmeye başladığında, insan sadece bir adres değiştirmiyor. O ruh halinin içinden kendini de çekip çıkarıyor.
Bu yüzden onun göçü, çaresizlikten doğan bir kaçış gibi durmuyor. Aksine, bir bilinçlenme sürecinin parçası gibi. Türkiye'de yaşarken zaten dönüşen bir bakış açısının, başka bir yerde yeni bir hayata evrilmesi gibi.
O, bulunduğu yeri ‘ev’ yapmanın, geldiği yeri yadsımadan ama yeni bir yere kök salmanın yollarını arıyor. Bunun için elinden gelenin en iyisini vererek, ‘orada olmak’la yetinmeyip ‘orada yaşamaya’ niyet ederek hareket ediyor. Göçü bir geçiş dönemi, mecburi bir hizmet ya da hayatta askıya alınmış bir dönem olarak değil; yaşanması gereken bir deneyim olarak görüyor.
Bu yaklaşımı da Tuğçe’ye örnem bir güç vermiş bence. Gittiği ülkeye “yerleşmek” yerine “karışmayı” seçmek, yabancılığını bir yük gibi sırtında gibi taşımadan; sosyalleşerek, dili öğrenerek, kültürün içine girerek, yeni ilişkiler kurmayı seçiyor Tuğçe. Çünkü onun için mutluluğu dışarda değil, taşıdığı iç dengede bulmak mümkün. Belki de bu yüzden ev onun için belli bir yer değil; belli bir ruh haline erişebilmiş olmak.
Bir yandan da yeni bir hayata adım atarken arkanda sadece sevdiklerini de bırakmak zorunda kalmış Tuğçe. Gerçekten de göçün en sessiz yüklerinden biri de bu. Tuğçe’nin hikayesinde bu yükün izlerini açıkça görmesek de, cümlelerinin arasına gizlenmiş bir endişe var. Ailesine, özellikle annesine duyduğu güçlü bağlılık, bu yolculukta bir yön duygusu kadar bir sorumluluk duygusu da taşıyor. O yüzden gerek olduğunda, varlığı elzem hale geldiği zamanlarda Türkiye ile zaten yeterince zor olan yeni hayatı arasında mekik dokumuş Tuğçe.
Tuğçe’nin hikayesinde gördüğümüz şey, göçün ne kadar yorucu ve çok katmanlı bir süreç olabileceğini inkar etmeden, bu süreci kendine ait kılabilmenin inceliği. Ev kavramını dışsal koşullara değil, içsel bütünlüğe bağlayabilmek çokça dillendirmediğimiz bir meziyet aslında.
Yeni bir dilde, yeni bir düzende, ama tanıdık bir huzurda kendine yer açabilmek, insanı seçimlerine sadık kılabiliyor. Belki de bu meziyeti sayeseinde Tuğçe nereye giderse gitsin evini yanında taşıyabiliyor: çünkü o ev sadece bir yer değil, onun kendine kurduğu bir bir mutluluk hali.




Yorumlar